Türkiye'de Sendikacılık: Yasal Sınırlar, Toplumsal Beklentiler ve Sınıf Siyasetinin Geleceği

Daima Konu Görseli

İbrahim Utku Nar yazdı...

İşçi sınıfının mücadelesi ve sendikal hareketin bugünkü durumu, yasal engeller ve toplumsal beklentiler çerçevesinde değerlendirildiğinde, önemli tartışmaları beraberinde getirmektedir. Türkiye’de sendikacılığın geçmişten günümüze uzanan serüveni, hem kazanımların bedellerle elde edildiği bir tarih barındırır hem de mevcut koşulların yarattığı tıkanıklıklarla yüzleşir.

Evet, mevcut yasalar itibarıyla hem özel sektörde hem de AKP’li belediyelerde örgütlenmek ve sendikal yetki almak son derece zor. Ancak işçi sınıfının mücadelesi ve sendikal hareketin gelişimi, birilerinin lütfuyla veya yasal sınırların içine sığınarak bugüne ulaşmadı. En temel haklar bile büyük bedeller ödenerek elde edilmiştir. Bu nedenle, yasal sınırları bahane ederek hareketsiz kalmak son derece anlamsız bir yaklaşımdır.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan DİSK'e bağlı Genel-İş sendikası üyesi işçiler, toplu iş sözleşmesinde anlaşma sağlanamaması ve yetersiz buldukları zam teklifine karşı greve gitti. 23 bin kişinin katıldığı grev muhalif cepheyi de ikiye böldü. Bir kısım sendikanın zam talebini hayatın olağan akışına aykırı bulurken, bir kısım başka hiçbir toplumsal konuda veya başka illerdeki belediyelerde gösterilmeyen bu tavrın İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne karşı gösterilmesini eleştiriyor. Eylemi destekleyenler de, kamuoyunda belirtilen rakamların ve iddiaların gerçek olmadığını, söz konusu sınıfsal bir direniş olunca, kendine muhalif diyen kesimlerin sınıf kinini gösterdiğini söylüyor.

Grev, sendika, toplu iş sözleşmesi, işçi direnişi gibi kavramlara oldukça uzak, içinde bulunduğu topluma ve sınıfına yabancılaşmış insanların önyargılı tutumlarını bir kenara bırakırsak; asgari ölçekte teorik tutarlılığa sahip insanlar, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde direniş gösteren işçilere değil; ücret sendikacılığına sıkışmış, toplumsal meselelerde aynı kararlılığı gösteremeyen zihniyete öfkelidir. DİSK’in kuruluş dinamikleri, bağımsızlıkçı bir çizgide ve sosyalist bir temele dayanıyor. DİSK, Türkiye’de militan sendikacılığın adıdır. Ancak bugün gelinen aşamada, DİSK ne devrimci bir iddia taşımakta ne de düzen değişikliğini hedeflemektedir. Avrupa Birliği perspektifine hapsolmuş, “Emeğin Avrupası” söylemiyle sınırlı bir sendikal anlayışı benimseyen, sivil toplum kuruluşlarından fon alan bir yapıya dönüşmüştür.

Tekel işçileri, 2009 yılında özelleştirme sonrası iş güvencelerini kaybederek 4/C statüsünde düşük ücretli ve güvencesiz çalışmaya zorlandıkları için eylem başlatmış, Ankara’da kitlesel bir direniş başlatan işçiler, hak kayıplarına ve kötü çalışma koşullarına karşı mücadele etmişti. O dönemde bir kısım işçileri eleştiriyor, kamusal güvenceye dayanarak yıllarca yan gelip yattıklarını iddia ediyordu. Bu söylemlerin son derece lümpen ve aşağılık kompleksinden kaynaklandığını belirtmeye gerek yok. Buna rağmen, bir kesim ne kadar tepki gösterirse göstersin, Tekel işçilerinin eylemleri ciddi bir toplumsal desteğe sahipti. Örneğin, 2009-2010 yıllarında Ankara’da gerçekleşen bu direniş, özelleştirme politikalarına karşı geniş bir kamuoyu tepkisini harekete geçirmişti. İşçiler, iş güvencelerini ve haklarını korumak için haftalarca soğukta direnmiş, bu süreçte toplumun farklı kesimlerinden dayanışma görmüştü.

Bugün İzmir Büyükşehir Belediyesi’ndeki grevle ilgili eleştirilerin özellikle muhalif kesimden gelmesi, sadece CHP’li belediyeyi hedef aldığı için değil. Yani hükümete yönelik yapılan her türlü eylem meşru görülürken, söz konusu CHP olunca “Şimdi bunun sırası mı, bu iş AK Parti’ye yarar” gibi bir tavır sergileniyor. Bu yaklaşım, bence, meselenin çok ötesinde bir çelişkidir. Kimseye haksızlık etmemek gerekir. Asgari ücretten hayat pahalılığına, kıdem tazminatının fona devri tehdidinden ve benzeri birçok konuda DİSK’in ses çıkarmadığını söyleyemeyiz. Ancak çıkan seslerin cılız kalması, özellikle 19 Mart’tan sonra herhangi bir genel grevi örgütleyecek tavrın ortaya konulamaması ve en basitinden 1 Mayıs’ta Taksim talebinden oldukça kolay vazgeçilmesi, haliyle bugün yaşanan eleştirilere zemin hazırlayan unsurlardır.

Eleştiri kolaycılığına kaçmamak gerekir. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da sendikal hareketlerin ve sınıf siyasetinin güç kaybetmesi, kimlik temelli siyasi hattın solu ve sendikaları bütünüyle ele geçirmesi, güçlü bir direniş hattının oluşturulmasını zorlaştıran şeylerdir. Örneğin, Avrupa’da sendikaların üye sayısındaki düşüş ve neoliberal politikalar karşısında etkisiz kalması, bu küresel gerilemenin bir göstergesidir. Yani herhangi bir genel grevi örgütlemenin ve özel sektörde sendikal mücadele vermenin oldukça zor olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak kamuoyu, sadece ücret ve sosyal haklar değil, toplumsal bir durum olduğunda da İzmir Büyükşehir Belediyesi’ndeki işçileri örgütleyen dinamizmin devreye girmesini istiyor.

Olan biten bundan ibaret. DİSK’in geçmişteki militan ruhuyla bugünkü pasif konumu arasındaki uçurum, hem tarihsel mirasa duyulan saygıyı hem de mevcut koşullara yönelik hayal kırıklığını artırmaktadır. Sendikal hareketin yeniden canlanması, yalnızca yasal engellerin aşılmasını değil, aynı zamanda toplumsal bir iradenin ortaya konmasını gerektiriyor.