Kentleşme, İşçi Sınıfı ve Yabancılaşma
Fotoğraf: Elena Senao Baños
Samet Demiryürek yazdı...
Sanayi Devrimi ile kentler, yalnızca nüfusun toplandığı alanlar değil aynı zamanda sermaye birikiminin mekânsal ve toplumsal olarak organize edildiği sahalara dönüştü. Kapitalist üretim biçimiyle şekillenen kentleşme süreci, işçi sınıfının yalnızca konumunu değil varoluşunu da yeniden tanımladı. Peki bu dönüşüm bireyin kendine, emeğine ve topluma yabancılaşmasını nasıl derinleştiriyor? Bu yazıda kentleşmenin sınıf farklılıklarını nasıl mekânsallaştırdığı, işçileri nasıl marjinal alanlara ittiği ve tüm bu sürecin işçi sınıfında nasıl bir yabancılaşma yarattığı incelenecektir. Keyifli okumalar…
Sanayileşme süreci ile kırdan kente doğru büyük ölçekli göç hareketi başladı. Sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu emek gücü, hızla sanayi merkezlerine çekildi. Ölçeği genişleyen üretim sisteminin talepleri, tarımsal alanlardan ya da başka ülkelerden göç eden işçileri kentlere yönlendirdi. Bu dönemde yaşamını emek gücünü satarak sürdüren işçi sınıfı, kent nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturmaya başladı (Merrifield, 2012;76). Sanayi Devrimi ile kırsal nüfus hızla büyüyen kentlere yönelmiş, bu kentler nüfusu barındırmaya yetmediğinden bir yandan büyürken öte yandan da kent merkezleri daha fazla insanı barındıracak biçimde büyümeye başlamıştır (Erkan, 2010;51).
Ancak kentler, bu hızlı nüfus artışına ne mekansal ne de altyapısal olarak hazırdı. Yetersiz konut ve altyapı, işçileri sağlıksız ve aşırı kalabalık mahallelerde yaşamaya zorladı. Bunun sonucu olarak temizlik sorunları, salgın hastalıklar ve yüksek seviyelere ulaşan ölüm oranları gibi ciddi krizler ortaya çıktı.
Kentleşme, yalnızca bir nüfus hareketi olarak görüldüğü takdirde eksik ve yüzeysel kavranmış olacaktır. Kentleşme olgusu, bir toplumun ekonomik ve toplumsal yapısındaki değişikliklerden doğar. Bu olguyu tanımlarken, nüfusun hareket etmesine sebep olan ekonomik ve toplumsal değişikliklere de değinmek gerekmektedir. Sanayi dalları; kentlerin dışında, enerji kaynakları, ulaşım araçları, ham madde ve insan emeğinin ucuz ve kolay olduğu yerlere yerleşmiştir. Bu durum sanayi kapitalizminin simgesi olan işçi kentlerinin, fabrikaların çevresinde kümelenmesine neden oldu. Dolayısıyla sanayileşme ve kentleşme, ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlı olan iki kavramdır (Keleş, 1984;1-3). Kapitalist üretim biçimi, kentleri yalnızca üretimin gerçekleştiği alanlar olarak değil aynı zamanda sınıfsal ayrımların mekânsal olarak görünür hale geldiği sahalar olarak da yeniden kurar. Henri Lefebvre (2018), sanayi faaliyetlerinin çoğunlukla şehir dışına kayma eğiliminde olduğunu belirtmekle birlikte bu eğilimin evrensel ve mutlak bir yasa olmadığını da vurgular. Kent olgusu, güçlü bir sanayiye sahip olan ülkelerde toprakların geniş bölümüne yayılmaktadır. Kentsel yerleşim bölgeleri devasa boyutlara ulaşır ve bu bölgelere yığılan topluluklar, kaygı verici büyüklüğe ulaşırlar. Kent merkezleri, kimi zaman yoksullara terk edilirken kimi zamansa tam tersine varlıklı sınıfların yerleşim yeri olmaktadır.
Kente göç eden geniş halk kitlelerinin ilk gereksinimi, doğal olarak barınma olmuştur. Ancak konut sayısının ve altyapının yetersiz olması nedeniyle işçi sınıfı, marjinal alanlara yerleşmek zorunda kalmıştır. Kentsel nüfusun hızlı büyümesi, yetkililerin uzun süre boyunca üstesinden gelemeyecekleri sorunların doğmasına yol açmıştır. Kentteki kalabalık büyüdükçe, gecekondu tipi yerleşim bölgeleri giderek daha fazla görünür hale gelmiştir. Kökeni 19. yüzyıla dayanan ve ilerleyen yıllarda derinleşerek kronik bir barınma krizine dönüşen gecekondulaşma sorunu, bu koşullarda ortaya çıkmıştır. Gecekondulaşma, yalnızca bir konut sorunu değil aynı zamanda kırdan kente göç eden nüfus ile ülkenin sosyo-ekonomik yapısının çarpıklıklarını yansıtan çok boyutlu bir sorundur. Yüksek seviyelerde göç alan kentlerdeki konut sorunu, yığınları gecekondu yapmaya zorlamıştır (Keleş, 1984;351). Kentin çeperlerinde su, kanalizasyon ve elektrik gibi temel hizmetlerden mahrum mahallelerde yaşayan işçi sınıfı yalnızca mekânsal dışlanmayla değil; aynı zamanda çevre kirliliği, bulaşıcı hastalıklar ve toplumsal ayrışmanın yarattığı çok yönlü baskılarla karşı karşıya kalmaktadır. Plansız ve aşırı kalabalık konut alanları, kirli içme suyu, yoğun kömür kullanımıyla artan hava kirliliği gibi etkenler, işçi sınıfının yaşam koşullarını ağırlaştırmakta ve halk sağlığı açısından yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır. Yüksek hastalık oranları ve artan ölümler, bu mekânsal eşitsizliğin en somut sonuçlarıdır (Less, 2022;77).
Burjuvazi, yalnızca üretim sürecini değil aynı zamanda kentin mekânsal ve toplumsal organizasyonunu da denetlemekteydi. Friedrich Engels’in 19. yüzyıl İngiltere’sine dair gözlemleri, sınıfsal ayrımın mekâna nasıl acımasızca yansıdığını ortaya koyar. The Artisan adlı derginin Ekim 1843 tarihli sayısında yayımlanan bir makalede, kentlerdeki emekçilerin yaşam ve sağlık koşulları ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Araştırmaya göre işçi sınıfının yaşadığı evler son derece sıkışık, birbirine bitişik konumlanmış ve temel hijyen koşullarından yoksundur. Kentlerin bu bölgelerindeki evlerde özel tuvalet ve kanalizasyon sistemi bulunmamaktadır. Yoğun bir kitlenin dışkısı ve artıkları, gece boyu yağan yağmur ile su kanallarına akar. Yaydığı dayanılmaz koku ve sağlık açısından taşıdığı tehlike, bu alanları hem fiziksel hem de sembolik anlamda dışlanmış mekânlara dönüştürür. Bu bölgelerde toplum, tanımlanamayacak düzeyde sefilliğe sürüklenmiştir. Genellikle tek odadan oluşan evler, oldukça pis durumdadır. Tüm aile, isyan ettirici bir biçimde aynı yatağı paylaşmaktadır. Su yalnızca sokakta bulunan çeşmeden sağlanır ve o suyu temin edebilmek, insanları her türlü rezilliğe zorlayacak niteliktedir. Sanayi tesisleri çoğunlukla nehir kenarlarına ya da kentin içini “dal-budak” saran kanalların çevresine kurulmuştur. Bu konumlanma sık sık sel baskınlarına neden olmakta; evler, sanayilerin yarattığı taşkınlar nedeniyle düzenli aralıklarla su altında kalmaktadır. Oluşan su birikintileri, el pompalarıyla tahliye edilmeye çalışılsa da sonuç kükürtlü hidrojen ve mikroplarla dolu ağır bir hava kirliliğidir. 19. yüzyılda sel mevsimlerinde yaşanan lağım taşkınları, ölüm oranlarını dramatik biçimde artırmış; etkilenen bölgelerde ölüm oranı ‘üç ölüme karşılık iki doğum’ olarak ölçülmüştür (Engels, 2010;80-93).
Büyük kentlerin hemen hepsinde, işçi sınıfının üst üste yaşadığı birçok kenar mahalle bulunur. Friedrich Engels’e göre işçi sınıfı bu bölgelerde mutlu sınıfın gözünden uzakta, kalabildiği ölçüde hayatta kalmaya çalışır. Bu mahallelerde kaldırım yoktur. Dik yokuşlara sahip olan sokaklar, çöp ve hayvan pislikleriyle doludur; kanalizasyon veya atık su kanalı bulunmaz; yollar pis su birikintileriyle kaplıdır. İşçi semtlerinden uzaklaştıkça artan oranda bir zenginliğe sahip olan burjuva sınıfı yaşar. Bu sınıf, bahçeli villalarda oturur, rüzgârlı tepelerde kır havası soluyarak yaşar. İş yerlerine gidip gelirken, her iki yanı da arkasına gizlenen pisliği ve sefaleti saklayan, yol boyu kesintisiz mağazalarla kaplı olan caddeleri kullanırlar. (Meşhur Paris bulvarları böylelikle ortaya çıkmıştır.) İşçi sınıfının yaşadığı bölgeler, sistematik olarak ana yollardan uzak tutulur. Burjuvazinin gözünü ve sinirlerini rahatsız edecek görüntüler, nazik bir şekilde saklanmaktadır (Engels, 2010;69,70 ve Merrifield; 2012;77-79). Bu mekânsal ayrışma, sınıf farklılıklarını pekiştiren bir araca dönüşmüş; işçi sınıfının yaşadığı alanların kentten kopması, aynı zamanda sosyal ve siyasal bir yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir. Alt sınıfların marjinal bölgelerde yoğunlaşması, bu mahallelerin kentin geri kalanından dışlanmasına neden olmaktadır. Henri Lefebvre’in de belirttiği gibi, kapitalist kentler, karar alma mekanizmalarının sermaye tekelinde olduğu, yurttaşların edilgen konuma geçtiği ve mekânın kullanım değerinden koparıldığı bir yer haline gelmiştir. Artık kentler, kolektif yaşamın değil, piyasa mekanizmalarının yeniden üretildiği alanlara dönüşmüştür. Bu dönüşüm, gündelik yaşamın kendisini de yabancılaştırmakta, işçi yalnız üretim sürecinde değil yaşadığı mekânda da kendine ve toplumuna yabancılaşmaktadır. Yine Lefebvre’e göre, bireylerin karar alma süreçlerinde yurttaş olarak etkin olduğu kentler, kapitalist üretim ilişkileri tarafından mekânın üretimi ve gündelik hayatın programlanması yoluyla yok edilmiştir (Kuran, 2021). Tüm bu koşulların yanında kentlerdeki nüfusun sürekli hareket halinde olması, mekâna olan bağlılığı zayıflatmakta ve suçun yayılmasını kolaylaştıran bir zemin hazırlamaktadır (Erkan, 2010;199).
Chicago Okulu’nun kent sosyolojisi ve insan ekolojisi üzerine yaptığı araştırmalar, kent yaşamının insanlar arasındaki ilişkiyi zayıflattığı ve bunun sonucunda ortaya çıkan düzensizliğin ise suçluluğa yol açtığını ortaya koyar. Bu durum “disorganization” olarak kavramsallaştırılır. Yoksulluk ile suç arasında, direkt değil dolaylı bir ilişki bulunur. Nüfusun hareketliliği, yoksulluk ve etnik heterojenlik suç oranlarının artmasına neden olmaktadır. Kontrol mekanizmalarının yeteri kadar gelişememesi ise yoksul mahallelerdeki suç oranlarını artıran diğer faktördür (Ünal, 2008 ve Erkan, 2010). Ancak bu durum yalnızca kriminal bir sorun değil daha derin bir varoluşsal kopuşun yani bireyin toplumdan, emekten ve kendisinden uzaklaşmasının göstergesidir.
Kapitalist kent, bireyleri yalnızca fiziki olarak değil sosyal ve psikolojik düzeyde de tecrit eder. İşçi sınıfı, yalnızca üretim sürecinde değil yaşadığı çevrede de aidiyet ve denetim duygusunu kaybeder. Kentleşmenin getirdiği parçalanma sosyal bağların zayıflamasına, toplumsal uyumun bozulmasına ve bireyin yalnızlaşmasına neden olur. Engels’e göre, tüm bu sorunların ve sonuçların sorumlusu “emeği ve emekçiyi bir nesneye indirgeyenlerdir” (Engels, 2010;153). Bu noktada Karl Marx’ın “yabancılaşma” kavramı belirleyici hale gelir. Marx’a göre yabancılaşma yalnızca ekonomik bir olgu değil, aynı zamanda mekânsal ve kültürel bir tecrit sürecidir. Bu kavramla Marx; kapitalist üretim ilişkileri içinde işçinin emeğine, üretim sürecine ve kendisine yabancılaşmasını açıklar. Yabancılaşma, insanın kendi etkinliğinin ve bu etkinliğinin sonuçlarının/ürünlerinin, sonuçta insana egemen olacak şekilde nesneleşmesi durumunu anlatır (Çulhaoğlu, 2020;339). Yabancılaşma, emeğin nesneleşmesiyle başlayarak bireyin tüm yaşamını kuşatır. Üretim sürecinde kontrolü kaybeden işçi, kentsel süreçte de edilgen bir figür haline gelir. Kapitalist kentler, işçinin emeğine ve kendi özüne yabancılaştığı bir sahnedir. Marx’a göre bu yabancılaşma, kapitalist üretim biçiminin ve özel mülkiyetin kaçınılmaz bir sonucudur. Hatta yabancılaşmış emek, bu sistemin hem ürünü hem de üreticisidir (Marx, 2013). İşçi, üretim araçlarına sahip olmadan, sermaye için üretim yaptığı sürece yalnızca emeğine değil kendi varlığına da yabancılaşır. Emeğin bir nesne olarak yabancılaşması, emeğin kendisinin yabancılaşması, insanın türsel olarak yabancılaşması, bireyin işyeri ve gündelik hayatta diğer insanlardan soyutlanmasının temelini oluşturur. Bu süreç yalnızca ekonomik değil aynı zamanda politik, kültürel ve mekânsal bir kopuştur. Lefebvre’in yaklaşımıyla kentler kapitalist üretim ilişkilerinin mekâna sirayet ettiği, insanın kendi etkinliğinden yabancılaştığı alanlardır. Devlet, sanat, din, ahlak gibi alanlara nüfuz eden bu yabancılaşma kenti de felsefi ve ideolojik bir yabancılaşma sahnesine dönüştürür. (Kuran, 2021).
David Harvey, kentleşme ile kapitalist birikim arasındaki içsel ilişkiyi açığa çıkararak bu süreci somutlaştırır: Kapitalizm sürekli artı değer üretme ihtiyacındadır; bu artı değerin soğrulması için ise kentleşme kaçınılmazdır. Kentleşme, aynı zamanda sermaye fazlasının yeniden üretildiği stratejik bir alandır. Ancak bu süreç, yalnızca fiziksel bir dönüşüm değil, toplumun gündelik hayatın ve sınıfsal ilişkilerin yeniden şekillendirilmesidir. Harvey’e göre şehir, farklı sınıfların bir arada bulunduğu ama ortak bir yaşam üretemediği yabancılaşma mekânıdır (Harvey, 2013). Merrifield’ın da ifade ettiği gibi sanayileşme ve kentleşme süreci işçileri aynı mekânda bir araya getirirken, onları acımasız iş bölümü ve yoksulluk aracılığıyla birbirinden koparır: “yan yana çalışan ama yabancılaşmayla ayrılmış, aynı sokaklarda yaşayan ama yoksullukla zalimleşen” bireyler ortaya çıkar (Merrifield, 2012;70-77).
Sonuç olarak kapitalist kentleşme, yabancılaşmanın hem nedeni hem de sahnesi haline gelmiştir. Birey hem üretim sürecinde hem yaşam alanında hem de sosyal ilişkilerinde parçalanmakta, aidiyet duygusunu yitirmekte, dolayısıyla suça ve toplumsal çözülmeye açık hale gelmektedir. Engels’in (2010) “emeği ve emekçiyi nesneye indirgeyenler” olarak tanımladığı sınıf düzeni bugün modern kentlerde yabancılaşma, güvensizlik ve düzensizlik olarak yaşamaya devam etmektedir.
Tüm bu süreçler gösteriyor ki kapitalist kent; emeğin metalaştığı, insanın özne olmaktan çıkarılıp bir nesneye, bir istatistiğe indirgendiği yabancılaşma mekanlarıdır. Bu kentlerde ne adalet vardır ne aidiyet ne de insanın kendini gerçekleştirebileceği bir alan. Marx’a göre, çalışmak, bireyin kendini gerçekleştirmesinin başlıca aracıdır. Ancak kapitalist üretim ilişkileri bağlamında emek, işçiye dayatılan dışsal bir zorunluluk olduğundan, çalışma süreci bireyin kendisine yabancılaştığı bir alana dönüşmektedir. Kapitalist üretim biçimi çalışmanın özündeki nitelikleri yok ederek, çalışma sürecini zorunlu ve ruhsuz bir hale getirmiştir. İşçinin üretim araçlarına sahip olmaması, ürettiği ürünün nesnesi haline gelmesine neden olmaktadır. “İşçi ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketecek nesnesi vardır” (Marx, 2013;23). Bu potansiyelin açığa çıkabilmesi için emeğin metalaşmaktan, mekânın ise piyasa tahakkümünden kurtarılması gerekir. Kapitalist kent, işçiyi hem üretimden hem de yaşamdan dışlayarak onu edilgen bir tüketiciye dönüştürürken; başka bir kent fikri, işçiyi yeniden özneleştirmeyi vaat eder. Bu yalnızca fiziksel yapıların değil; üretim ilişkilerinin, toplumsal bağların ve yaşam biçimlerinin de dönüşümünü gerektirir. Başka bir kent; başka bir toplumsal düzenle, başka bir sınıfsal yapılanmayla ve başka bir insan anlayışıyla mümkündür. Yabancılaşmayı aşmak; emeği, mekânı ve toplumu özgürleştirmekle mümkündür. Bu da yalnızca bir kent mücadelesi değil, aynı zamanda bir sınıf mücadelesidir.
Kaynakça
Çulhaoğlu, M. (2020). Marksizm. G. Atılgan, & E. Aytekin (Dü) içinde, Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler (8. b., s. 329-345). İstanbul: Yordam Kitap.
Engels, F. (2010). İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu. (Y. Financı, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.
Erkan, R. (2010). Kentleşme ve Sosyal Değişme (3. b.). Ankara: Bilimadamı Yayınları.
Harvey, D. (2013). Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru. (A. Deniz Temiz, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
Keleş, R. (1984). Kentleşme ve Konut Politikası. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
Kuran, H. (2021). Şehir Hakkı, Neoliberal Kentleşme ve Sınıf Mücadelesi. Ankara: Nika Yayınevi.
Lefebvre, H. (2018). Şehir Hakkı (3. b.). (I. Ergüden, Çev.) İstanbul: Sel Yayıncılık.
Less, A. (2022). Şehirlerin Tarihi. (T. Bektaş Sünnetçi, Çev.) İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Marx, K. (2013). Yabancılaşma. (B. Erdost, A. Somer, A. Kardam, S. Belli, A. Gelen, Y. Financı, & A. Bilgi, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.
Merrifield, A. (2012). Metromarksizm: Şehrin Marksist Bir Hikayesi. (N. Ünver, Çev.) Ankara: Phoenix Yayınları.
Ünal, H. (2008). Yoksul Olmak Suç İşlemek İçin Yeterli Mi? N. Oktik (Dü.) içinde, Türkiye'de Yoksulluk Çalışmaları (s. 327-361). İzmir: Yakın Yayınevi.